(Değerli sanatçı Melda ASLAN’ın takdim ettiği
söz konusu metin için kendisine çok teşekkür ediyor,
Mizah Ve Şiir dostlarıyla paylaşıyoruz.)
VEHBl Koç'tan Nejat Eczacıbaşı'na, Yaşar Kemal'den Cevat Çapan'a ve Fethi Naci'ye, Hasan Pulur'dan Duygu Asena'ya hepimizin çok yakından tanıdığı ünlüler var bu kitapta... Aydın Boysan, başta kültür ve sanat hayatımızın önde gelen simaları olmak üzere yaşamına girmiş yüzden fazla insanla paylaşmış kitabını, "Yüzler ve Yürekler" sevgi ve vefa duyguları ekseninde paylaşılmış "yaşam sahneleri"ni aktarıyor... (…)
Aziz NESİN
1973 yılındaydık. Bir gün Demirtaş Ceyhun telefon etti. Aziz Nesin'in Çatalca' da bir vakıf kurduğunu, amacının bir okulda, küçük yaştan başlayarak çocukları eğitmek olduğunu söyledi.
İlk binasını çok eski bir istihkâm subayı görgüsüyle kendisinin, projesiz falan, tarifle bitirdiğini ekledi. Şimdi zoru artık, ikinci büyük binasının (artık kendisinin yapamayacağını anladığından) projesini yaptırmaktı.
Projenin yapılması için, önce mimar sonra şair Cengiz Bektaş arkadaşımızdan bir teklif almış. Dudakları uçuklamış... Ancak gariplik, sanırım ki Cengiz' den doğmamış. Çünkü ülkemizin yetiştirdiği en tutumlu adamlardan biri olan Aziz Nesin, ne teklif alırsa alsın fiyatı çok bulacak ve paraya kıyamayacaktı.
Ben Demirtaş'a: "Buyurun da konuşalım. Konuyu anlayalım" dedim. Bir gün Aziz Nesin'le birlikte geldiler.
***
Arazi bilgileri geldi. Zihninde ne tasarladığını, Nesin anlattı. Yapının programı belli oldu. Durum açıklığa kavuştu. "Biraz düşünelim de sonra konuşuruz" dedim, gittiler.
Çok ilginç bir not: Aziz Nesin o gün bana, 5 (evet beş) imzalı kitabını birden armağan verdi.
Sanırım yaşamında, hiç kimseye beş kitap birden vermemişti.
Birkaç gün sonra telefon eden Demirtaş'a, "Projeyi para almadan yapacağız. Ancak bitince, hep birlikte bir yemek yiyeceğiz" dedim. Nesin'le konuşan Demirtaş: "Aziz Bey teşekkür etti. Yemek vermeyi de kabul etti" dedi. Ben: "Yanlış anladınız. Yemeği de ben ısmarlayacağım" dedim.
***

O sıralarda bizim proje bürosu kadrosu 40 kişiyi buluyordu. Onca iş arasında bunu da bitirmek bize zor gelmedi. İlk buluşmadan sonra Çatalca'ya gidip araziyi gördü. Projeye başlayabilmek için, gerekli bilgiler tamamlandı.
Nesin'in mimarı olduğu ilk binayı da gördük.
Çok Kısa anlatalım: Yürekler acısı bir binaydı. Üstelik kendini tutamamış, Vakıf arazisinin girişine, kemerli bir Nizamiye Kapısı da kondurmuştu.
Aradan yıllar geçti. Yapı bitirildi. Biz de Demirtaş ve birkaç kişi daha Çatalca'ya gittik.
Neşeli bir günümüzdü. Öğle yemeğinde Nesin'in misafiri olarak fazla bir beklentimiz olamayacağının, bilincindeydik. Çare aradım ve buldum. İki tarafına çiviyle kontrplak çakılı bir asker bavulu aldım. İçini şişe ve mezelerle doldurdum. Bir, kuş sütü noksandı. Elbet bizim beyaz-kaşar ve Mihaliç peynirlerimiz konmuştu da, Fransız peynirleri de unutulmamıştı. Elbet rakı da vardı, kalite şaraplar, Rus votkası, İngiliz cini savsaklanmamıştı. Nefis pastırma, sucuk seçimlerini, füme laks ve çiroz tamamlıyordu.
Çatalca’daki Vakıf binasına vardık. Karşılandık. Önce yapıları gezdik. Ben bizim planladığımız binayı, neredeyse tanıyamadım. Çünkü Nesin, sağına-soluna-üstüne öyle ekler yapmıştı ki, bizim proje tanınmaz olmuştu. Hele bir marifet var ki, nasıl başarıldığını anlayamadım. Yapının altına da, ekler yapılmıştı. Önemsemedim. Kahkaha atmaktan başka tepki göstermedim. Bir ara şakadan: "Telif hakkıma tecavüzden, seni mahkemeye vereceğim" dedim de, neredeyse yüreğine inecekti.
***

Binanın unutamadığım yanlarından biri, çocukların görgüsü artsın diye asılan kristal avizelerle, duvarları donatan Kütahya çinileri olmuştu.
Öğle yemeği zamanı geldi. Nesin masaya buyur etti. Biz, getirdiğimiz bavulun tatlı keyfiyle gittik. Bir de baktık ki sofrada, bulgur pilavıyla ekmekten başka hiçbir şey yok.
Nesin'Ie çocukluğumuzdaki İstanbul'un Yedikule görgüleri benzeşir. Biz o zamanlar, birkaç yılda bir soframıza gelen francalayı bile, ekmekle katık ederek yemeği öğrenmişizdir. Buna karşın sunulan bulgur pilavının, yağı da çok kıttı. Bulgurlar boğazdan, kum taneleri gibi geçiyordu.
"Yahu, bizim bavul?" dedikçe, Nesin lafı ağzıma tıkıyor, yarım saat süren bir nutka başlıyordu. Velhasıl o gün, bulgur pilavına yattık.
***

Şimdi "zaman"da bir sıçrama yapalım. Aziz Nesin'in ölümünden dört ay sonra kurulan İstanbul Tüyap Kitap Fuarı'nda, onu anmak için bir panel düzenlendi. Konuşmacıları Zeynep Oral, Demirtaş Ceyhun, Ataol Behramoğlu ve bendim.
Nesin'i sevgiyle anıyor, ancak aşırı tutumluluğunu (yine sevgiyle) anlatmaktan vazgeçemiyorduk.
Panelin sonuna doğru Zeynep Oral bizi eleştirdi: "Abartıyorsunuz... Bizi bir Vakıf davetinde Fransız peynirleri, füme balıklar, kaz ciğeri, kalite şaraplarla ağırladı."
Rahatladım, bizim asker bavulunun sonu anlaşılmıştı.
80'li yıllarda Bebek Süreyya Restoran' da bir kitap fuarı yemeği düzenlenmişti. Biz de Aziz Nesin'le aynı yuvarlak masada oturmuştuk. Ben o sıralarda Hürriyet'te, mizah yazıları yazıyordum.
Masadaki bütün yazarlar kafayı çekip birbirine takılırken, biri de bana: "Amma cür'et seninki de haa! Bu yaşta mizah yazıları yazmak. .. İnsan rezil olur yahu!.." demişti. Ben yanıt vermiştim:
"Aziz Nesin Çatalca'daki Vakfı'nda, o mimarlık eserlerini verdikten sonra, ben mizahta ne mok yesem olur diye düşündüm" dedim. En patlamalı kahkaha da, Nesin tarafından atılmıştı. 1995 Nisan ayındaydık. Ankara'daki Tüyap Kitap Fuarı zamanıydı. İmza günleri için İstanbul'dan Ankara'ya giderken, rastlantılar sonucu aynı uçaktaydık. O dönemdeki bir sözü dolayısıyla, çok eleştiriliyordu. Sormuştum:
"Bizim ulusun yüzde altmışı aptaldır diyeceğine, yüzde kırkı akıllıdır desen olmaz mıydı?"
Yanıt vermişti:
"Olmazdı... Anlamazlardı... "
***

Bana kalırsa Aziz Nesin bu sözleri yüzünden, gereksiz hırpalanmaya çalışılmıştı. Çünkü zaten bütün insanların yüzde sekseni, akıl fukarasıydı.
Aziz Nesin'in ömür boyu tutarlı bir çizgisi oldu. Döneklik etmedi. Aşırı tutumlu oluşuyla, en çok kendisini sınırladı. Yazarlık geliriyle elde edebileceği konforun esiri olmadı.
Mizah ışığıyla insanların gerçekleri görebilmesine, zemin hazırladı. Kitleleri, gerçekleri görünceye kadar, düşünmeye özendirdi.