Çünkü mektuplar, “sanatçıların, o gizli saklı ve merak uyandırıcı” özel yaşamları hakkında ipuçları verir sevenlerine…
Çünkü mektuplar; sanatçıların, sanat ürünlerine çok da yansımadığı varsayılan “gerçek yüzleri”nin hilafsız belgeleridir…
*
Bu bağlamda / mizah severlerin, birçok açıdan önemli bulup yararlanacağı bir MARK TWAIN mektubunu paylaşmayı yararlı bulduk. (Arşivimizde yer alan sözkonusu mektup; 1964 tarih ve 77-80 sayılı Tercüme dergisinde yer almıştır.)
*
Amerikanın en ünlü mizah yazarıdır Mark Twain. Asıl adı Samuel L. Clemens’tir. “Tom Sawyer, The Adventures of Huckleberry Finn, A Connecticut
Yankee in King Arthur's Court” tanınmış eserleri arasındadır.
Sanatçının mektupları bir cilt halinde toplanmıştır.
Necla Aytür’ün çevirisiyle edebiyatımıza kazandırılan 26 Ocak 1897 tarihli mektubu, papaz dostu J.H. Twichell'e yazmıştır Twain.
…………………… sevdakâr çelik
Aziz Dostum Joe,
Pazar. Güzel mektubun tam zamanında geldi.
Öğleyin saat on ikide sabah kahvaltımı bitirmek üzereydim, tabağıma koydular. Beş dakika sonra da Livy, Clara (Spaulding)’le beraber kiliseden döndü. Pipomu yakıp
divana yayıldım. Livy de yanıma oturdu, mektubunu okudu. Senin kasap
küfür etmeye başlar başlamaz adama kanım kaynadı. Dua etmenin türlü şekilleri vardır; ben bunların arasında kasabın dua şeklini yeğin bulurum; onun dileklerinin yürekten olması ihtimali daha çok çünkü.
Bugün özellikle kasabın sözlerinden hoşlanacak haldeydim. Sebebi de şu: dün gece sabaha karşı üçte uyandım. İki uzun saat kendi kendime köpürüp durduktan sonra uykudan umudumu kesip yataktan kalktım; kedi gibi sessiz hareket ediyordum, Livy'yi uyandırmamak için. Zifiri karanlıkta giyinmeye başladım.
Yavaş fakat emin bir şekilde birer birer bütün giyeceklerimi sırtıma geçirdim. Yalnız çorabımın teki kalmıştı. Terliğimin bir tekini giymiş, ötekini elimde tutuyordum.
Dört ayak üstünde odayı araştırmaya başladım; el yordamıyla etrafı yokluyor, halının üstünde, iskemle ayaklarının arasında kayıp, çorabı bulmaya çalışıyordum. Uzun zaman bu işe devam ettim. Aradım, aradım.
ilk önce kendi kendime "canı çıkası çorap", diye söyleniyordum, fakat gittikçe bu söz hafif gelmeye başladı. Sıfatlarım kuvvetlendikçe kuvvetlendi; sonunda odanın içinde kaybolduğumu anlayınca ağzımdan çıkmaya çabalayan küfrün şiddetinden tavan uçmasın diye yere oturup eşyaların birini sıkı sıkı tutmam gerekti.
Karanlıkta pencerenin belli belirsiz şeklini fark edebiliyordum ama bu şekil tabiî hiç de beklenen yerde değildi. Bana bulunduğum yeri anlatmakta en ufak bir faydası olmuyordu.
Yalnız bir şeyle avunuyordum. Livy'yi uyandırmamıştım.
Gecenin uzunluğu yeterse çorabımın tekini sessiz sedasız bulabileceğimi umuyordum. Yeniden araştırmaya başlayarak her yanı elimle yokladım.
Nitekim yarım saat sonra çorap teki elime geldi. Sevinçle ayağa fırladım. Leğenle ibriğin durduğu masaya toslayarak onları büyük bir gürültüyle yere devirdim. Kıyamet koptu sanki.
Livy feryat ederek uyandı, "Kim var orada? Ne oluyor?" diye haykırdı.
Cevap verdim, "Bir şey yok. Çorabımı arıyorum."
Livy sordu, "Neyle arıyorsun çorabını? Sopayla mı?" ....
……………………………… S. L. Clemens (Mark Twain)

Öğleyin saat on ikide sabah kahvaltımı bitirmek üzereydim, tabağıma koydular. Beş dakika sonra da Livy, Clara (Spaulding)’le beraber kiliseden döndü. Pipomu yakıp
divana yayıldım. Livy de yanıma oturdu, mektubunu okudu. Senin kasap
küfür etmeye başlar başlamaz adama kanım kaynadı. Dua etmenin türlü şekilleri vardır; ben bunların arasında kasabın dua şeklini yeğin bulurum; onun dileklerinin yürekten olması ihtimali daha çok çünkü.
Bugün özellikle kasabın sözlerinden hoşlanacak haldeydim. Sebebi de şu: dün gece sabaha karşı üçte uyandım. İki uzun saat kendi kendime köpürüp durduktan sonra uykudan umudumu kesip yataktan kalktım; kedi gibi sessiz hareket ediyordum, Livy'yi uyandırmamak için. Zifiri karanlıkta giyinmeye başladım.
Yavaş fakat emin bir şekilde birer birer bütün giyeceklerimi sırtıma geçirdim. Yalnız çorabımın teki kalmıştı. Terliğimin bir tekini giymiş, ötekini elimde tutuyordum.
Dört ayak üstünde odayı araştırmaya başladım; el yordamıyla etrafı yokluyor, halının üstünde, iskemle ayaklarının arasında kayıp, çorabı bulmaya çalışıyordum. Uzun zaman bu işe devam ettim. Aradım, aradım.
ilk önce kendi kendime "canı çıkası çorap", diye söyleniyordum, fakat gittikçe bu söz hafif gelmeye başladı. Sıfatlarım kuvvetlendikçe kuvvetlendi; sonunda odanın içinde kaybolduğumu anlayınca ağzımdan çıkmaya çabalayan küfrün şiddetinden tavan uçmasın diye yere oturup eşyaların birini sıkı sıkı tutmam gerekti.
Karanlıkta pencerenin belli belirsiz şeklini fark edebiliyordum ama bu şekil tabiî hiç de beklenen yerde değildi. Bana bulunduğum yeri anlatmakta en ufak bir faydası olmuyordu.
Yalnız bir şeyle avunuyordum. Livy'yi uyandırmamıştım.
Gecenin uzunluğu yeterse çorabımın tekini sessiz sedasız bulabileceğimi umuyordum. Yeniden araştırmaya başlayarak her yanı elimle yokladım.
Nitekim yarım saat sonra çorap teki elime geldi. Sevinçle ayağa fırladım. Leğenle ibriğin durduğu masaya toslayarak onları büyük bir gürültüyle yere devirdim. Kıyamet koptu sanki.
Livy feryat ederek uyandı, "Kim var orada? Ne oluyor?" diye haykırdı.
Cevap verdim, "Bir şey yok. Çorabımı arıyorum."
Livy sordu, "Neyle arıyorsun çorabını? Sopayla mı?" ....
……………………………… S. L. Clemens (Mark Twain)
